FREKANS MODÜLASYONU

Creative Commons License
all works and images here , at ece radio by ece yazıcıoğlu (ecaa) is licensed under a Creative Commons Attribution-Noncommercial-No Derivative Works 3.0 License.

Saç kurutma makinesinin gürültüsü

Düğmesine dokunuyorum , saç kurutma makinesinin , sesiyle doluyor ortalık. Biraz sonra kafamı da yalnızca bu ses dolduracak.
İşte başladı. Bir ya da iki saniye (ama daha uzun bir zaman hisediyorum) donuk duruyorum. Uçuşabilecekleri kadar kurudu saçlarım.
Gözlerimle, aynadan takip ediyorum onları. Artık sesi duymuyorum. Her taraf onunla dolu, ayırt edemiyorum. Tek hissettiğim , elimle taradığım saçlarımda , sıcaklığın gittikçe arttığı.
Biraz aynı yerde tutunca makineyi , elim de , saçım da yanmaya başlayacak. Ama canımı acıtamayacak bir süre. Sonra..
O acıtmadan , ben farklı bir yere doğrulttum bile makineyi.
Acıyla kovalamaca oynarken , bir ya da iki saniye (ama daha uzun bir zaman hisediyorum) yüzüme takıldı gözlerim. Elmacık kemiğimin üzerinde bir yara var. Çenemse paramparça. O kadar ki , yeni çıkan yaraları seçemedim kalabalıkta.
Ne kadar güzeldim oysa; saçlarım böyle yanmaz ve yüzümde yaralar çıkmazken. Gözlerim , zorla söndürülmüş birer mum gibi bakmazdı a , alev alev parlardı eskiden.
Düğmesine dokunuyorum , saç kurutma makinasının; sesi el ayak çekiyor şimdi , civardan ve zihnimden, ağır ağır.
Geçiyor çenemdeki yara izi.Evet , konuşamadıklarım o kadar derine indi. Ben değil , onlar , utanmasalar çıkacaklardı dışarıya. Çenemdeki yara açılınca , gördüler etrafı. Şimdi, dişlerimin arasında koşturuyorlar.
Dudaklarımı aralasam , sızmamak için aradan , boğazıma kaçıp , oturuyorlar buldukları yere.Sızmak istemiyorlar , hiçbir şekilde. Her birinin kafası güzel , direniyorlar. Öyle de sızmak istemiyorlar , böyle de.
Hepsinin pabuçları tahta tabanlı. Genelde giymezler ; seni görünce utanıyorlar; ayıp olmasın diye , dilimin altından alıp pabuçlarını, giyiyorlar. Bu sefer de , birdaha sana gelemezlerse diye , çekinip ,durdukları birer ayaklarıyla eşeliyorlar.
Ben yine konuşamıyorum. Bu yüzden canım yanıyor. Onlarsa , bildiğin gibi. Hergün yeni bir kıyafet gibi, giyip giyip çıkarıyorlar harfleri. Onlar , üstelerinden çıkardıkları gibi savurdukça harfleri, bir laf kalabalığı,hesapsızca yığılıyor aklıma.
Çenemdeki yaraların biri iyileşse, bir yenisi çıkıyor böylece. Seni görünce, kelimelerim dayanamıyor, yerlerinde duramıyorlar. Yaralar çoğaldıkça , ben eskisi kadar güzel gelmiyorum sana.Belki de bu yüzden , daha çok geliyorum yanına.

rüya

Ham, kestane ağacından sandalye. Cam parkeden yukarı uzanıyor bir ayağı ; arka sol. Yukarı uçtan aşağı , rengarenk kare desenlere bölünmüş , kendi minyonluğuna tezat , koskocaman çantası asılı. Bitişiğindeki sandalyede oturuyor.
Parmak uçları, hesapsız ama sırayla, cam yüzeye dokunuyor ve tekrar tekrar ayrılıyor masadan. Diğer dirseği , havada , çantanın asılı durduğu sandalyeye dayanmış , biraz aşağıdan. Bir bahçeden , sokağa bakıyor ; öylesine..
Eski binalar karşısında,rahatlık kılıfı giyinik bir usanmışlık. Nereden olduğu belli değil ; bir haber geliyor. Vücudunun , bu , salınmışlıkta sınır tanımayan duruşuna tezat ; keskin , belirgin kemikleri harekete geçiyor.
Tek harekette , çantasını kaptığı gibi koşarak , uzaklaşıyor. Katetmekte olduğu sokağın sonundaki binalar , güneş alıyor. Sokağın sonunda durup , etrafına bakarken, binalar , saçlarına veriyor güneşi.
Sokağın sonu bir tepe, tepenin aşağısı alabildiğine deniz. Neredeyse sonsuz.

gülhane

Sol yanıda , Darphane-i amire’nin , taştan örülü duvarı , sağ yanı açık ; arnavut kaldırımı. Eylül akşamı. Biraz serin , belli belirsiz bir sis etrafta. Uzaktan burunlara çalınan , sonbahar kokusu.
Oldukça eski , eskiliğince güzelim bir ahşap oturmalık üzerinde sigarasını içiyor. Dumanı çekiyor içine. Dumanın içine katılmış , bir tatlı kaşığı sis, bir çay bardağı istanbul , iki diş koza , bir su bardağı koku.
“biraz sen , biraz da ben” diye fısıldayarak üflüyor dumanı. İçi içine sığmıyor, fısıltısı ağızdan bir kere çıkalı beri. Gülhane civarı , loş bir mayhoşluk içinde. Hoşçakalıyor park , ardından; iskeleye süzülüyor
yormayan ve seri adımlarla. Rüya da uçar gibi, her adımda bir dam kateder gibi. Eylül akşamı. Paşabahçe vapurunun tepedeki açık yeri.
Hangi ışığı yakalayacağına karar veremeden, gözleri cirit atıyor , boğaz kıyılarında deniz aşırı. İkinci sigarasını yakıp , dumanı çekerken içine -yine- sığmıyor içi içine.
Aheste edalarıyla geceyi örtünüyor istanbul. Gece mor. Fütursuzca fısıldıyor ; “şimdi tek eksiğim , tenin”.
Bir dem, iki gözümün arasında, burnumun biraz gerisinde, bir su yumağı peydah oldu.
Ne gam , zihnimin orta yerinde çalkalanan, ruhuma iltihap kaptıran, sızlamalara pabuç bırakmadan , açık açık can acıtan bir su yumağı.
Atıp denize , kirletmeye de kıyamıyorum , iki yaka arasını. İki yakamı bir araya getiremez vaziyetteyim.
Zira kendimi nereye koysam , eğreti duruyorum. Sebebi bu , sanıyorum ; ne acım tam , ne tatlım benim.
O su yumağı da, usumda kah dağınık duruyor, kah dikenli bir topuz gibi kanlı oyuk.
Huzur desen , oldum olası rengi, tadı , kokusunu bilemedim. Sahi , oldum olası ben ne idim?

elma

Ay , yüzünü buraya dönmüş. Kaşı , gözü seçiliyor bugün. Kafası dumanlı hafif. Masada oturmuş dört kişi. Dördü de koca insan, önlerinde çaylar ve evraklar, ellerinde birer sigara. Onların dumanına mı sıkıldı ayın canı?
“Sıkıntın buysa boşver” diyor, “dalga seslerine bir bak ; bak , ne hafif” . “Birgün başıma birşey gelecek olsa kaçarım” dedi “buraya”. “Oturup bir merdiven kenarına , yine herkesten fazla düşünürüm.
Kanca kanca ayrıntılar takılır tenimden içeri , acıdıkça acır canım.. Sonrasında dalga sesi, mışıl mışıl. Biraz geçer zaman, duymam bile düşündüklerimi. ” Bakışlarını alıp uzaklardan , yara bere içindeki kollarına yerleştirdi.
“Olur da çok kızarsam, ağlamam. Atarım denize bir kaç taş; çekilir gölgeler ruhumdan , biraz. Biraz uzak bi yer burası , yalnız ; ayın buraya uzaklığınca uzak herkesten ; benim kadar düşünmeyen herkesten.
Ben gibileri de vardır elbet ya; bu kadar düşünmemek iyidir belki de , bilemem”. Tedirginlikle dolaştı bakışları ; önümüzde, arkamızda , aramızda.. İkimizden başkası var mı diye, olmadığını bile bile, yine de..
başıyla sağ elinin takip ederken , işaret parmağını, benden geriye uzattı; “bak , şurada ki balkona. Masa başında dört kişi. o dört kişinin içinden biri , benden daha ben gibi. Bilirsin , ben hiçbiryere koyamadım kendimi.
Yerine oturmamış taşlar gibi , kalakaldım , havada asılı. ‘Kendime aitim’ diye diye, aidiyetimi inkar ettim , nankörlük ettim canevime. Şunun bunun hatrına , kolumu bacağımı dar ağacına astım, hatıralardan hatıra sattım”.
Birkaç asır öncesini hatırladı mutlak ki , çığlık çığlığa gözlerinden anladım. Düğüm düğüm oldu yine içi , adım gibi biliyordum. Ondan sebepti o suskunluk.
Korkuyordu bazen, kendisinden, söylemişti eski bir günde.. “Şimdi ikimizden de korkuyorum” dedi. “Hem ne korku , bir bilsen.. ”
“Aslında biliyorum” diyecek oldum ki, tuttum kendimi. Ne sözünü , ne sessizliğini keseyim istedim. İçimden geçirirken “biliyorum , tutamıyorsun ruhunu bazen; sanki ayrılacak bedeninden” diye,
yine sesiyle tamamladı susuşumu :
- “ gitme” diyorum “bunu yaşamak istiyorum , dur”. Sonradan uyanıyor , gerisin geri oturuyor yerine. An oluyor , sürünüyor yerlerde. “Kalk” diyorum. “hep kıçından anlama lafı. bu değildi dediğim. kalk ayağa ama kal.”
Toparlanıyor, cezalı çocukların mahcubiyeti akıyor üzerinden , biraz da alıngan. Tam endişe edeceğim küs kalmamızdan ki, aklıma geliyor ; “alırım sonra gönlünü, bütün elma onun olsun. Ben zaten yarısını bile sevmem”.
Sonra sonra anladım ; bugün, yarın gidecekti bir gemiye atlayıp, bambaşka bir kıyıya. Bir anlığına , donuverdi aklım olduğu yerde. Sonra, aynı hızda silkinip, dehşetimi saklamaya karar verdim , ertesi uykuma.
Ben bunları idrak edene değin , yürümüştü kumların üzerinden , denize doğru. Dalgalar diz çöküyordu ardarda , çıplak ayaklarında. Dünyayı hepten unutmuş olmalıydı o an.
Dalgaları , elçi tayin etti, hani şu bahsi geçen balkona , sesini götürmeleri için. Olur a , dolunay kucağına düşüverir diye , alabildiğine açtı kollarını iki yana, haykırdı büyük mü büyük bir fısıltıyla :

-Dinle beni , ‘benden daha ben gibi’ ! Sanadır sözüm ; bu kıyıdan başlayacak bayramlar , sürecek öte yana değin , bundan böyle, bilesin. Hikayeyi benden isteseler, baştan ayağa seni anlatırım.
Sana baktıkça, çokça sever oluyorum kendimi. Deniz dalgası , kaymak tatlısı , şarap kırmızısı bir büyüyle sırlanmış diyorlar ellerin için. “Bir sana gösteriyor , birtek seni”.
Elma dersen çık da tut elimi. Tut ki anlatayım sana şiirlerimi..

Soluk soluğa , karşılıklı tutulmuş sözlerden , eflatun bir buluta nakış nakış işlenmiş mektup, taptaze , gevrek bir kurabiyenin ağızda dağılması gibi kıyır kıyır yağmaya başladı.
Aynaların sırları , ifşa olmadan, beriki ormanın içinde, koşuşturmaya başladı.
Bir hafiflik hissettim havada. Dolunayı kucaklamak için, apaçık bekleyen kollarında gördüm ki ne yara kalmış ne bere. Teni parladı birden , belki de bana öyle geldi. Geldiği gibi de , kaldı parıltısı.
Anladım, silinmiş zihninden eski asırları. Gülümsememle beraber bana döndü yüzünü, sattığı hatıraları yüklenip denize bıraktı.
El sallayarak, kağıttan bir gemiye binip uzaklaştı. Gözden kaybolana dek , yüzü bana dönük durdu. Benden koca bir güneş oldu , o ‘benden daha ben gibi’ dediğiyle bütün bir elma..

bahar bayramı

Kum tanelerini sayıyor, denizin içindeki , bir de karşı koyun cumbalı evlerini.
Annesinin gözlerinden renk almış akşam denizinde, eriyor kızarmış ekmek kokulu güneş.
Yanıbaşındaki sarnıç utanıyor eteğini savuran rüzgardan.
Ona, “umursama” diyor, “kimse yok etrafta, martılar da oldukça yukarıda”.
Geriliyor dudakları , içten bir gülümsemeyle, deniz kabuklarının sesine.
Gerideki köyden kekik kokusu yayılıyor sisler içinde.
Dalından yeni koparılmış , taptaze domateslerin tadı gibi bir melodi duyumsuyor.
Köyün , zeytin gözlü insanlarının arasına karışmak için , sabırsızca üfleyip söndürüyor güneşi. Domatesli melodiyi takip ederek , ardında bıraktığı sesini emanet ediyor sarnıca:
“sabah görüşürüz” .

başı sonu - topu topu yaz

Elindeki koca kutuyu saklamaya çalışırken, annesi açtı kapıyı; gözleri pırıl pırıldı. Haziran sıcağı ; yadsınamayacak , kadar hava açık , yaz geldi artık. Halıları toplamış annesi : “koydum kapının önüne , oh.. ferahladı ortalık..”
Halılar mıydı kışı getiren , bilmem. Evin koridoru da kocaman gülümsedi ; annesi gibi sıcacık.. Janis Joplin’in sesi sarıyor etrafı; ‘52 üretimi radyo ‘da “summertime” inliyor.. Eve hepten yayılmış yaz, desene..
Elindeki kutuyu, bıraktı halıların yanına. Şarkı söyler gibi konuşarak ,sesinin peşisıra geldigini bilerek , emin adımlarla , anne mutfağa girdi. Apartmanın kapıcısı , halıları çöpten saymadı. Halıların yanında duran kutuyu aldı, gitti.
Başka bir halı , sereserpe duruyordu yerde ; onu şaşırarak farketti. Hayretlerden hayretlere düştü ; tevekkeli değil müzik de kesilmişti. Evde de yalnız kalmıştı üstelik - hangi ara?
Pencerenin kenarına koştu ki, bir de ne görsün ; yazdan kalmış bir ufak iz bile yok . Apar topar gitmiş olmalıydı can-ı mevsim.. O kadar ki farketmemişti. Uykuyla uyanıklık , rüyayla gerçek arasında sıkışmış olsa gerek.
Ters yüz olmuş hayata uyum sağladı o da , birden , bilmeden. Badanasız beton duvara dayanarak , yavaşça yığıldı zemine. Oda bomboş , o da bomboş.